4 Aralık 2017 Pazartesi

ÖZELLEŞTİRME Mİ SOYGUN MU?, Yazan ve Gönderen: "Metin Aydoğan" Kuramsal Aktarım

Özelleştirme uygulamaları Türkiye’de, geri dönüşün, dışa bağımlılığın ve ekonomik çöküşün kuramsallaştırıldığı; bilinçli ve tasarlı anti-ulusçu bir izlencenin son aşamasıdır. Toplumsal yaşamı ulus birliği temelinde sürdürüp geliştirmenin gerçek unsurları olan kamusal işletmeler, azgelişmiş ülkeleri ayakta tutan ekonomik güç merkezleridir. Bu merkezleri elden çıkarmanın, ulus-devlet varlığının temel dayanaklarını ortadan kaldırma anlamına geleceği açıktır. Özelleştirme uygulamalarının, ulusal çözülmenin yolunu açan ve bu uygulamaları ister istemez ulus karşıtlığına götüren bir eylem olmasının nedeni budur.

Fruko-Tamek’ten ORÜS’e
Fruko–Tamek şirketinin yüzde 36 hissesi devletindi. Bu hisseler, 1995 yılında DYP–CHP Hükümeti zamanında satıldı. Ancak bu satışın iç karartıcı bir öyküsü vardı.Fruko–Tamek’in yüzde 36 devlet hissesine, 1991 yılında 70 milyar lira (16 milyon dolar) lira değer biçilmişti. Bu hisseler 1995 yılında, 4 yıl önceki değeriyle, yani yine 70 milyar liraya (1,7 milyon dolar) satıldı. Dört yıllık enflasyon göz önüne alındığında, Fruko–Tamek’teki devlet hisselerinin 1995’teki gerçek değeri bir trilyona yaklaşıyordu. Nitekim yüzde 36’lık devlet hisselerini satın alan şirket, 1997 yılında aynı hisseler için 100 milyon dolara (o günkü kurla 10 trilyon liraya) yabancı ortak arıyordu.1
KÜMAŞ, madencilik alanında etkinlik gösteren başarılı bir devlet kuruluşuydu. 1994–1995 yıllarında 45,6 milyon dolar kâr etmişti. Bu KİT, yarısı peşin olmak üzere 108 milyon dolara satıldı. Satış öncesinde değer tesbitinde bulunan firma, KÜMAŞ için 99,5, maden rezervleri için 82,1 milyon dolar değer biçmişti. KÜMAŞ’ın satış tarihinde devlet bankalarında 40 milyon doları bulunuyordu. Satış işlemlerinin gerçekleştirilmesinden bir gün önce bu paranın büyük bölümü alıcı holdingin bankasına devredilmiş, peşin ödemenin yarısından çoğu bu parayla gerçekleştirilmişti.KÜMAŞ kendi parasıyla satın alınmıştı.2
Orman ürünleriyle ilgili önemli bir KİT olan ORÜS, 1996 Ocağında 1.2 trilyon liraya (19,2 milyon dolar) satıldı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) “danışman firmaları”, ORÜS’ün 1992 yılında, yani dört yıl önce ve yalnızca arsalarına 602 milyar lira (87,5 milyon dolar) değer biçmişti. ORÜS, üzerindeki onca modern tesise karşın, arsa değerinin dörtte birinden daha az bir fiyata satılmıştı.3

Santral Satmak
12 termik santralin işletme hakları, yap–işlet–devret “modeliyle” 1997 Kasım’ında 20 yıllığına ve 1.6 milyar dolar karşılığında “özelleştirildi”. Dünyada bir örneği herhalde olmayan bu “satışta” durum şuydu: Santralların yıllık kârı 750 milyon dolardı. Yani santrallar iki yıllık kârına karşılık 20 yıllığına elden çıkarılmıştı.. Devlet, 20 yıl içinde santrallara 2 milyar dolarlık daha yatırım yapmayı kabul etmişti. Yani elden çıkarılma bedelinden daha fazla miktarda masraf yapılacaktı. Bunun anlamı santralların “üzerine para vererek satılması demekti.” Bunlardan ayrı olarak, santralların işletme hakkını devralan firmalar, elektrik tarife bedellerini diledikleri gibi belirleyerek, yeni ve büyük tekel kârı elde edeceklerdi.4

“Özelleştik Güzelleştik”: POAŞ
Ülke güvenliği için stratejik bir kurum olan Petrol Ofisi Anonim Şirketi (POAŞ), 3 Mart 2000 günü 1 milyar 260 milyon dolara satıldı. POAŞ’ı alanlar satıştan o denli memnundu ki gazetelere “özelleştik güzelleştik” diyerek ilanlar verdi.
Yeniden kurulmasının 8 milyar dolarlık bir yatırımla gerçekleşebileceği hesaplanan POAŞ’ın, borsa değerinin bile 4 milyar 521 milyon dolar olduğu açıklandı. Bu büyük devlet yatırımı, 1999 yılında kârını yüzde 104 artırmış, vergilerini ödemiş ve kasasında 379 milyon dolar nakit para biriktirmişti.
POAŞ bu parayla birlikte satıldı ve alıcılar peşinatın dörtte üçünü POAŞ’ın  kendi parasıyla karşıladılar. Tıpkı KÜMAŞ gibi POAŞ da kendi parasıyla satılmıştı.5 Ayrıca,POAŞ son on yıl içinde ortalama yüzde 102 kâr artışı sağlamış, tüm giderler ve görev zararları düşüldükten sonra, yılda 180 trilyon lira, yani 315 milyon dolar kâr etmişti. Bunun açık anlamı şudur; POAŞ, kendi parası olan 379 milyon dolar düşüldükten sonra kalan 881 milyon dolara satılmıştır ve bu bedel, POAŞ’ın  üç yıllık kârından daha az bir paradır.6

Satarak Yok Etme: Et Balık Kurumu
Et ve Balık Kurumu’nun (EBK) özelleştirilen 11 kombinasından dokuzunda, bir yıl içinde üretime son verilmiştir. İstihdam yüzde 88, üretim yüzde 94 düşmüştür. Özelleştirilen Süt Endüstrisi Kurumu’nda (SEK) durum ayrımlı değildir. İstihdam yüzde 57, üretim ise yüzde 33 düşmüştür.
Orman Ürünleri Sanayi Kurumu’nda (ORÜS), özelleştirme uygulaması yapılan sekiz işletmeden yedisinde üretim son bulmuş, toplam istihdam yüzde 78 azalmıştır.7ORÜS’ün arsaları, TIR parkına dönüştürüldü. Özelleştirilen Sümerbank’ın altı fabrikası kapatılmıştır.

Altın Yumurtlayan Tavuğu Kesmek: TEKEL’in Satışı
TEKEL, her yıl yüksek kar eden ve hazineye önemli oranda kaynak aktaran bir kamu iktisadi kuruluşuydu. Politikacılar, uzun süreden beri gözlerini TEKEL’e dikmişti. Devlet Bakanı Eyüp Aşık’ın, “TEKEL’in çöpüne kadar her şeyini satacağız” sözü8gerçek oldu ve TEKEL AKP yönetimince gerçekten “çöpüne kadar”  satıldı.
İlk satış alkollü içkiler bölümünde oldu. 16 alkollü içki işletmesi, stokları ve tüm varlıklarıyla 2004 yılında 292 milyon dolara satıldı. Satış bedeli o denli düşüktü ki, alıcı firma MEY İÇKİ adını verdiği şirketi 2 yıl sonra 2006’da yüzde 270 karla 810 milyon dolara sattı. Alıcı bu kez, Texsas Pasific Group adlı Amerikan ortak girişimiydi. Texsas Pasific, MEY İÇKİ’yi 5 yıl kullandı ve 2011 yılında İngiliz Diageo şirketine tam 2,1 milyar dolara sattı.9
Devletin çok düşük bir bedelle elden çıkardığı TEKEL’in alkollü içki bölümü birkaç yıl içinde aracılara tam 1 milyar 808 milyon dolar emeksiz kazanç sağlamıştı. Bu satış, özelleştirme denilen talanın boyutunu gösteren çarpıcı bir örnektir.
TEKEL’in; kaya ve göl tuzu üreten 8 tuzlası, 2004 yılında toplam 1 milyar 757 milyon dolara; deniz tuzu üreten 2 tuzlası 80 milyon dolara satıldı.
Yabancı sigara şirketleri, Türkiye’de Türk tütünü ve sigaralarıyla yarışamıyordu. Bu nedenle TEKEL’in sigara bölümünün satışıyla yakından ilgileniyor ve sabırsızlıkla açık eksiltmeyi (ihaleyi) bekliyorlardı. 25 Ocak 2008 günü yapılan açık eksiltmede,TEKEL Sıgara’yı bir milyar 710 milyon dolar teklif veren İngiliz Brıtısh American Tobaccoşirketi aldı.
Bu satışla Türkiye’de sigara sanayi devlet tekeli olmaktan çıktı ve uluslararası dev bir şirketin tekeline girdi. Sigara da sağlanan büyük boyutlu gelir yurt dışına gider oldu. Türk tütüncülüğü hemen hemen yok edildi ve fabrikalardan yoğun biçimde işçi çıkarıldı. TEKEL’in 2001 yılında 31 124 olan çalışan sayısı, özelleştirmeden sonra 12 000 düşürüldü.10
Binbir güçlükle yaratılan; altı büyük ve modern fabrika, 110 yaprak tütün işletmesi, 84 pazarlama müdürlüğü, 19 alkollü içki üreten tesis, 10 tuz işletmesi, 1 kibrit fabrikası, 1 ambalaj fabrikası, 1 viskoz fabrikası yabancıların iyeliğine (mülkiyetine) geçti.11
TEKEL’in Ankara’da yaptırdığı ve 2004 yılında tamamlanan İkiz Kuleler, 100 milyon dolara, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne (TOBB) satıldı. Oysa TEKEL, bu yapıyı yaptırmak için 210 milyon dolar harcamış ve yeni biten bu binaları hiç kullanmamıştı. TEKEL, bu satışla, Ankara’nın en değerli yerinde yaptırdığı iki gökdelenini TOBB’a yaptığı masrafın yarı fiyatına satılıyor, üstüne de 110 milyon dolar vermiş oluyordu.12

Eti Holding Satışları
Eti-Gümüş, 2004’te, 20,6 milyon doları peşin ödenmek koşuluyla 41,2 milyon dolara satıldı. Sözleşme tarihi olan 13 Ağustos 2004’te, kasasında; 17,9 milyon doları nakit, 2,67 milyon doları gümüş stoğu (11 ton) olmak üzere 20,6 milyon dolarlık taşınır değeri vardı. Bu miktar, peşin ödeme miktarı kadardı. Satış sözleşmesi sanki, peşinatın,Eti-Gümüş’ün kendi parasıyla ödenmesi düşünülerek yapılmıştı.13
Devletin en değerli işletmelerinden olan ve kuruluşu Atatürk dönemine giden Eti Holding’in diğer kuruluşları; Eti-Elektrometalurji, Eti Krom ve Eti Bakır’daki uygulamalar ayrımlı değildi. Eti-Elektrometalurji, 6.128 milyonu peşin 15,320 milyon dolara satılmıştı. Kasasında 2,06 milyon dolar nakit, işletmede 3,4 milyon dolarlık stok vardı. Devlet ayrıca, “işten çıkarılacak işçilerin kıdem ve ihbar tazminatı ödemelerinde kullanılması”! için hesaba 5,42 milyon dolar yatırmıştı. Bunların toplamı 10,66 milyon dolar ediyordu; bu ise peşin ödemenin neredeyse iki katına yakın bir paraydı.
Alıcı firma, Eti-Metalurji’yi almak için para ödemediği gibi üstüne para almıştı.1413,2 milyon dolar peşinatla satılan Eti Bakır’a, devlet yine işçi ödemesi altında 5,06 milyon dolar aktarmıştı.15 Eti Krom, 29,025 milyon dolar peşinatla satılırken kasasında 18,9 milyon doları bulunuyordu.16
Eti Gümüş, Eti Krom, Eti Elektrometalurji ve Eti Bakır’dan sonra, Türkiye’de “birincil aliminyum üreten tek kuruluş” olan Eti Seydişehir Aliminyum A.Ş. de özelleştirildi. Aliminyum; kimya, otomotiv, tekstil, inşaat, uzay ve savaş sanayisi gibi alanlarda kullanılan önemli bir madendi. Türkiye’de çok bulunan bor madeniyle birleştirildiğinde, stratejik yeni bir alışımın, “milenyum metili”nin bileşeniydi. Mühendis odaları, sendikalar ve Seydişehir halkı, Eti Aliminyum’un özelleştirilmesine şiddetle karşı çıkıyordu. Kuruluş zarar etmediği gibi, 2004’de 26,5 milyon dolar kâr etmişti.17

Seydişehir Alüminyum: Büyük Vurgun
Eti Seydişehir Aliminyum A.Ş. tüm mal varlığı ve maden birikisiyle (rezerviyle) birlikte, 27 Temmuz 2005’te, yalnızca 305 milyon dolara satıldı. Satıştan bir süre önce (2003) alınan bir kararla Oymapınar Elektrik Santralı Eti Aliminyum’a devredilmişti.18Satış bedeli, yalnızca fabrikanın ya da yalnızca maden birikisinin değerini bile karşılamıyordu. Üstelik Oymapınar Barajı da bu bedelin içindeydi. Koskoca baraj,Seydişehir Aliminyum gibi büyük ve önemli bir yatırımı çok ucuza alan şirkete, armağan olarak verilmiş oluyordu.
59.AKP Hükümeti’nin atadığı Özelleştirme İdaresi Başkanı Metin Kilci, Seydişehir Alüminyum Fabrikası’nın özelleştirilmesine karşı çıkan işçi ve halk eylemlerinin hemen ertesinde, 26 Mayıs 2005’te, bir basın açıklaması yaptı. Kilci, bu açıklamada hiç çekinmeden şunları söyledi: “Bir ya da birkaç yıllık kârına satılıyor diye özelleştirmeden vazgeçmeyeceğiz. Üstelik kâr eden kuruluşlar daha kolay satılıyor. Ayrıca, özelleştirilen kuruluşların üretimi durdurmaması diye bir şey yok. Özelleştirme yalnızca çalışma potansiyeli olan kuruluşların satılmasından ibaret değildir”.19

İletişim Haraç Mezat
Cep telefonlarının işletme hakkı, 1998’de 25 yıllık bir süre için Turkcell  ve Telsim’e500’er milyon dolara satıldı. Satış bedelini, devlete ait teşvik kredileriyle karşıladığı açıklanan bu iki firma, iki yıl içinde abonelerden “sabit ücret” adı altında tam 627 milyon dolar topladı. Mahkeme kararlarına da yansıyan bu durum, pek çok abonenin tepkisini çeken bir gerçeği ortaya çıkardı. Turkcell ve Telsim, 25 yıllık lisans anlaşması bedelinin tamamına yakınını iki yıllık kısa bir süre içinde ve yalnızca “sabit ücret” adı altında topladığı paralarla karşılamıştı. Devlet, kaynaklarının sınırlı olmasına karşın özel firmalara teşvik vermiş, verdiği krediyle kendi malını satmış ve iletişim alanında denetlenmesi güç bir tekel yaratmıştı.20
Ulus-devlet yapısı için yaşamsal önem taşıyan Telekom, 1 Temmuz 2005’te yapılan bir ihaleyle, Lübnanlı bir şirkete satıldı. Parasal yitikten ayrı olarak Türkiye’den çok şey götüren bu satış, 59.Hükümet ve Cumhurbaşkanı tarafından ivedilikle onaylandı ve devir sözleşmesi bir buçuk ay içinde yapıldı. Türk Telekom A.Ş.’nin, karar yetkisine sahip yüzde 55’lik hissesi, yüzde 20’si peşin, kalanı beş yılda eşit taksitle ödenmek üzere satıldı. Telekom’un satış günü kasasında 2,2 katrilyon lira (1,64 milyar dolar) nakit parası vardı.21 Alıcı firma, 1 milyar 310 milyon dolar tutan peşinatı, Telekom’un kendi parasıyla karşılıyor, üste de 330 milyon dolar almış oluyordu.
Telekom, iletişimin can damarı, stratejik bir kurumdu. Güvenliğini düşünen hiçbir ulus devlet, iletişiminde yabancı egemenliğini kabul etmiyor, hisse satışlarıyla karar yetkisini kesinlikle başkasına devretmiyordu. ABD’de, iletişime giren küçük bir yabancı sermaye payı için, Federal Soruşturma Bürosu (FBI) Direktörü Louis Freeh, Kongre’ye rapor üzerine rapor göndermiş, bu durumun, “iletişim ve ona bağlı olarak ulusal güvenlik için riskler ve tehlikeler oluşturduğu”nu söylemişti.22
Alıcı Şirket, peşinat dışında kalan 5,24 milyar doları, yılda 1,048 milyar dolardan 5 yılda ödeyecekti. Oysa Telekom’un yıllık net kârı 2,150 milyar dolardı.23 Kâr beş yıl içinde hiç artmasa bile, bunun 1,048 milyar dolarıyla taksit ödenecek, üstüne bir yılda 1,102 milyar, beş yılda 5,510 milyar dolar kalacaktı. Bunun açık anlamı, Telekom’un, bedavaya verilmesi değil, üstüne 5 milyardan çok para ödenerek, yabancılara verilmesiydi.

Üretimine Son Verilenler
Özelleştirme uygulamalarının başladığı 1985’ten 2005’e dek geçen 20 yıl içinde, toplam olarak 188 devlet işletmesi özelleştirildi. “Teknolojik yenilenme”, “Serbest ticaret gelişimi” ya da “üretim artışı” gibi söylemlerle yapılmasına karşın, bu işletmelerden 8’i tasfiye edildi, 65’inde üretime son verildi. “Üretim zorunluluğu”yla özelleştirilen 10 kuruluşun ise bu yükümlülüğü 2007’de sona eriyor.
Özelleştirildikten sonra üretime son verilen devlet işletmelerinin bazıları şunlardır:Türkiye Zirai Donatım Kurumu; Manisa Kükürt İşletmesi, Sakarya Traktör Fabrikası;Et Balık Kurumu; Afyon, Kars, Bayburt, Bursa, Kastamonu, Gaziantep, Manisa Kombinaları;Gümüşhane Çimento Fabrikası; Orman Ürünleri Sanayi (ORÜS); Ulupınar, Pazarköy,Düzce, Ayancık, Bafra, Antalya, Bartın, Demirköy, Şavşat İşletmeleri; Süt Endüstrisi Kurumu (SEK); Afyon, Bayburt, Çanakkale, Erzincan, Erzurum, Havsa, Yatağan, Diyarbakır İşletmeleri; SEKA; Dalaman, Afyon, Akkuş, İşletmeleri; Sümerbank (Sümer Holding);Adana, Erzincan, Şanlıurfa, Denizli, Bakırköy, Çanakkale, Nazilli, İzmir, Beykoz Fabrikaları;TESTAŞ Aydın İşletmesi.24

Sonuç:
Özelleştirmelerle, binlerce işçi–mühendis–teknisyen işsiz kaldı. Faiz kıskacında üretimsizliğin ağır sorunlarını yaşayan Türkiye; sonu ulusal tükeniş olan bir yola sokularak, uluslararası ekonomik savaşımın girdabı bol bulanık sularında, korumasız ve rotasız bir gidişe sürüklendi.
Türkiye’deki üretimsizlik öyle bir düzeye ulaştı ki, bir zamanlar yaptıkları üretimle övünen sanayiciler, hızlı bir biçimde ticaret, pazarlama ve mali spekülasyona kaydılar, kurdukları mega marketlerde yabancı malları pazarlıyorlar. KOÇ Holding’inYönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç, 24 Ocak 2000 tarihinde şunları söyledi: “Şimdi iş aleminde yapımcılık değil de, satıcılık ve pazarlama mühim oluyor. Bildiğiniz o mal üretme devri yavaş yavaş kapanıyor. Bizim de ağır sanayiden yavaş yavaş hizmet sanayisine kaymamız lazım. Migros her hafta iki tane mağaza açıyor”.25

Masrafa Giden Gelir
Temeli 24 Ocak 1980 kararlarıyla atılan ve Turgut Özal hükümetleriyle uygulamaya geçilen “özelleştirme” girişimlerinin devlet bütçesine katkısı nedir? Çok düşük bedellerle de olsa satışlardan elde edilen gelirler nereye gitmiştir? Bu soruların yanıtlarıyla bir avuç yurtsever sendikacı, aydın ve bilim adamından başka ilgilenen olmadı. Özelleştirme uygulamaları, Türk halkının bilgisinden uzak tutulmaya çalışılan konular oldu.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (OİB), Özelleştirme Yüksek Kurulu’na (ÖYK) sunduğu rapora göre; 1986’dan 1999’a dek gerçekleştirilen özelleştirmelerden,“masraflar” çıktıktan sonra devletin elde ettiği gelir, yalnızca 200 milyon dolardır.26 13 yılda 4.8 milyar dolarlık satış yapılmış bunun için 4.6 milyar dolar “masraf” yapıldığı bildirilmiştir.27
Özelleştirme ve devir satışlarının en yoğun dönemi AKP yönetimindeki yıllar oldu. Recep Tayip Erdoğan “özelleştirme yapmazsak halka ihanet etmiş oluruz” diyordu. 2002-2013 arasındaki 11 yılda içinde rafineriler, demir çelik tesisleri ve limanların da olduğu tam 890 kamu malı değişik biçimlerle satılmıştır. Özelleştirme idaresi verilerine göre, 2002’den önce satılanlarla birlikte 56.7 milyar gelir elde edilmiş, bunun 15.5 milyar doları masrafa gitmiştir.28 Geri kalan paranın nerelere harcandığı bilinmemektedir.

DİPNOTLAR
01. “KİT Sisteminin İktisadi Değerlendirmesi Nicel İrdeleme, Özelleştirme Sorunları ve Politika Seçenekleri-Özet Rapor” KİGEM 1997, sf.33
02. a.g.e. sf.34
03. “KİGEM Özet-Rapor” 1997, sf.32
04. a.g.e. sf.32
05. Cumhuriyet 04,03,2000
06 . a.g.g. 04.03.2000
07. “KİGEM Özet-Rapor” 1997, sf.34
08. Hürriyet, 12 Ağustos 1998
09. Ali Rıza Aydın, www.odatv.com
10. Ahmet Atalık www.karabasan.net
11. a.g.e.
12. “Tekel’in Kuleleri 100 Milyon Dolara TOBB’nin” Cumhuriyet 12.08.2005
13. “ÖİB Yardımıyla Özelleştirme” Murat Kışlalı, Cumhuriyet 20.06.2005
14. a.g.g. 20.06.2005
15. a.g.g. 20.06.2005
16. a.g.g. 20.06.2005
17. Makine Mühendisleri Odası Basın Açıklaması, 09.06.2005 http//www.mmo.org.tr
19. “Karlı Şirket Kolay Özelleşir” Cumhuriyet, 27.05.2005
20. Hürriyet Ekonomi, 17.02.2000
21. “Telekom’da Özelleştirmenin Ardındaki Gerçekler” Erinç Yeldan, Cumhuriyet 06.07.2005
22. “FBI Yabancı Hisse İçin Uyardı” Cumhuriyet 03.06.1995
23. “Türk Telekom Oger’in” Cumhuriyet 02.07.2005 ve “Telekom’da Özelleştirmenin Ardındaki Gerçekler” Erinç Yeldan, Cumhuriyet 06.07.2005
24. “Özelleştirilen Kurum Kapanıyor” Emine Kaplan Cumhuriyet 26.05.2005
25. Sabah 25.01.2000
26. “Özelleştirme Sorgulanacak” Cumhuriyet 15.06.1999
27. a.g.g. 15.06.1999
28. www.oib.gov.tr.
(Metin Aydoğan Kuramsal Aktarım

7 Kasım 2017 Salı

İşte yeni AKM (Atatürk Kültür Merkezi-İstanbul) "DÜNYANIN EN İYİ OPERA VE KÜLTÜR MERKEZLERİ ARASINDA YER ALACAK “YENİ AKM” (İSTANBUL, ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ) BÖYLE OLACAK"

DÜNYANIN EN İYİ OPERALARI  ARASINDA YER ALACAK “YENİ AKM” (İSTANBUL, ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ) BÖYLE OLACAK
 Yıkılarak opera binasına dönüştürülecek olan İstanbul'daki Atatürk Kültür Merkezi'nin (AKM) projesini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla tanıtıldı. Kapılarını 2008'de kapatan AKM proje tanıtım programı, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımı ile gerçekleştiriliyor.  Haliç Kongre Merkezi'nde Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş'un ev sahipliğinde düzenlenen tanıtım toplantısına, milletvekilleri, belediye başkanlarının yanı sıra, aralarında sanatçılar Orhan Gencebay, Ajda Pekkan ile modacı Cemil İpekçi'nin de yer aldığı kişiler katılıyor. Toplantıda "Yeni Atatürk Kültür Merkezi (AKM) Projesi"nin tanıtıldığı bir video yayınlandı. AKP Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan, açılış ve sunum konuşmasında ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ’nin adının aynı tutulacağını vurguladı. Erdoğan’ın konuşmasında defalarca yaptığı “Atatürk Kültür Merkezi” vurgusu dikkat çekti.
MİMAR MURAT TABANLIOĞLU: DÜNYANIN EN BÜYÜK OPERALARI ARASINA GİRECEK
Atatürk Kültür Merkezi’nin yeni projesinin, binanın mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu Murat Tabanlıoğlu çizdi. Murat Tabanlıoğlu, "2019 yılında bu bina bu şekle girecek. İlk opera binası olarak yapılırken daha sonra kültür binası olması istenmişti. İçinde konser tiyatro sahneleri vardı. Yeni yapılan bina, içindeki opera binası 2 bin 500 kişilik olacak, dünyanın en büyük operaları arasına girecek. Aynı zamanda 800 kişilik konser salonu, tiyatro salonu, oda tiyatrosu, kütüphaneler, kafeler ve restoranlar olacak. Bizim 365 gün kullanabileceğimiz bir bina olacak. Bir önemli şey daha var. Operalar genellikle zengin ailelerin gittiği bir yerdi. Ama artık operalar hepimizin gittiği, baleler hepimizin gittiği yer olmalı. Tüm cepheyi aynı zamanda içeride temsiller yapılırken burada çeşitli balelerin, operaların dışarda gösterilmesi için büyük bir dev ekran haline getireceğiz. Bunun dünyada uygulamaları var ama bu en güzeli olacak. Bu kültür sokağımız AKM (ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ)'nin içinden 365 gün insanların gezebileceği, kitap okuyabileceği, tiyatrolara gidebileceği bir bölge. Burası bence cıvıl cıvıl İstanbul'un yeni merkezi olacak. Binanın en üst noktasında bence İstanbul'un en güzel lokantası olmalı” dedi.
NUMAN KURTULMUŞ: 2019 DA AÇILACAK
Toplantıda konuşan Kültür ve Turizm Bakanı  Kurtulmuş, "AKM’nin yeni binasının Türkiye için bir övünç projesi olacağını biliyoruz” dedi.
Kurtulmuş şunları söyledi: “AKM ile ilgili geçmiş dönemde bazı eleştiriler yapıldı. Ben hiç kimsenin AKM konusunda ideolojik şartlı ve yanlı yaklaşmamasını tavsiye ederim. İçerisinde son derece güzel etkinlikleri takip edeceğimiz, Türkiye’nin medarı iftiharı bir proje olacak. Az evvel de ifade edildiği gibi bu yapının birkaç tane temel özelliği var. bunlardan birisi, şehirle ve önündeki Taksim Meydanı ile uyumlu bütünleşmiş olan halidir. Hem meydanın değerini artıracak hem de meydanın varlığı AKM’ye önemli özellik kazandıracak. Burası sadece bir operası binası değil, bir kültür merkezi. Tabiri caizse bir kültür vahası olacaktır. Yine bu binanın en temel özelliklerinden birisi hem estetik olması hem de fonksiyonel olmasıdır. Estetik değeri çok yüksek olacak ama aynı zamanda çeşitli salonlarıyla farklı sanatsal etkinlikleri eş zamanlı olarak yapabilecek çok fonksiyonel binaya sahip olacağız. Mimarisinden kullanılan en detaylı malzemelere kadar, hepsinin yerli ve milli olmasıdır. Bina bu özelliğiyle yerli ve milli olacaktır. Yıllardır yurtdışına gittiğimizde dünyanın bir çok yerinde kültür merkezlerini görüyoruz. Farklı yerlerdeki bu binalardan hiç de aşağı kalmayacak, onların da üstüne geçecek bir sanat merkezine kavuşacağız. Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul’un değerini o değerle uyumlu bir şekilde var olacak. Yine Atatürk Kültür Merkezi’miz bir takım elitlerin geldiği bir seçkinler mekanı olmayacaktır. AKM, toplumun bütün kesimlerinin içinde yer alacağı, az evvel de ifade edildiği gibi dışardaki devasa görüntüyü ortaya koyan cephesiyle, meydandaki herkesin seyredebileceği bir büyük kültür merkezi olacak. Bu kültür merkezi Türkiye’nin gerçekten önemli projelerinden biri olacak. İnşallah 2019 yılı içerisinde bu kültür merkezini açacağız. İlk sanatsal etkinliğini orada gerçekleştireceğiz."
AKM (ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ)'NİN TARİHÇESİ
AKM'nin, 1946'da tiyatro binası olarak projelendirilerek inşaatına başlandı. Mimar August Perret tarafından Taksim Meydanı'nda, 1946'da tiyatro binası olarak projelendirilerek inşaatına başlanan merkez, 1969'da İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete açıldı.
1970'te bir oyun sırasında çıkan yangın sonucu kullanılamaz hale gelen bina, onarımların ardından 1977'de yeniden sanatseverlerle buluştu. Koruma kurulu kararıyla binanın bulunduğu alan 1993'te "kentsel sit alanı", bina da 1999'da "korunması gerekli kültür varlığı" olarak tescil edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığının talebiyle Sakarya Üniversitesi'nin 2007 tarihinde hazırladığı binanın betonarme taşıyıcı sisteminin dayanımı hakkındaki raporda, binanın takviye edilmesi gerektiği belirtildi. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından imzalanan protokol çerçevesinde 2009'da tamirat ve tadilat işi ihalesi yapıldı. Yapılacak işler, kurul tarafından da onaylanmasına rağmen İstanbul 9. İdare Mahkemesi, aynı yıl içinde, dava konusu Koruma Kurulu Kararı'nın ve eki avan projenin iptaline karar verdi.
Bunun üzerine, merkezin mevcut hali ile korunması, sadece güçlendirme, tamirat ve tadilat yapılmasına ilişkin projeler hazırlandı. Bakanlıkça 2012'de, "İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Güçlendirme, Tadilat ve Tamirat İşleri" işinin ihalesi gerçekleştirildi. Binada söküm işleri tamamlandıktan sonra, İTÜ İnşaat Fakültesince yapılan inceleme sonucu tahribatın beklenenin üzerinde olduğu raporu sonrasında, 23 Mayıs 2013 tarih ve 101321 sayılı Bakanlık Makamı oluru ile binanın tadilat işleminin durdurulmasına karar verildi.
İşte yeni AKM-Atatürk Kültür Merkezi-İstanbul

28 Ekim 2017 Cumartesi

Ahmet Necdet PAMİR "TMMOB ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASININ yaz saati konusunda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile İstanbul Teknik Üniversitesi`ne açık çağrısı: Raporları, kamuoyuna açıklayın!"



Ahmet Necdet Pamir
TMMOB ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASININ yaz saati konusunda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile İstanbul Teknik Üniversitesi`ne açık çağrısı:
Raporları, kamuoyuna açıklayın!
EMO, hukuksuz olduğu yargı kararıyla belirlenmesine karşın dün Torba Yasa`da düzenleme yapılarak devam ettirilmek istenen yaz saatinin kalıcılaştırılması uygulamasına dayanak gösterilen İstanbul Teknik Üniversitesi raporlarının açıklanması için açık çağrıda bulundu. Enerji Bakanlığı ile İTÜ`ye yapılan çağrıda, raporlara ilişkin geçen yıl ve bu yıl basına yansıyan haberlerde ileri sürülen tasarruf iddialarının birbirini bile tutmadığına, elektrik tüketim verilerinin de tasarruf olmadığını gösterdiğine dikkat çekti. EMO Yönetim Kurulu‘nun Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile İTÜ‘ye yaptığı açık çağrı metni aşağıda yer almaktadır.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile İstanbul Teknik Üniversitesi`ne Açık Çağrı:
RAPORLARI KAMUOYUNA AÇIKLAYIN!
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından yaz saatinin kalıcılaştırılması olarak nitelendirilecek uygulamaya geçiş için İstanbul Teknik Üniversitesi`nin (İTÜ) hazırladığı bir rapor dayanak gösterilmiştir. Kamuoyuna açıklanmayan bu rapora ilişkin en ayrıntılı bilgiler ne yazık ki ancak İTÜ`nün web sitesinde yer alan 2016 tarihli bir haberden edinilebilmektedir. Söz konusu haberde uygulama ile hedeflenen tasarruf miktarına ilişkin şu bilgiler verilmektedir:
"2010-2016 yılları arasını kapsayan 6 yıllık sürede kış saati uygulaması nedeniyle yaşanan ek elektrik tüketimleri karşılaştırıldığında, kış saati uygulamasının geçerli olduğu aylar bazında yıllık yaklaşık % 8.58, toplam elektrik bazında ise % 3.62 oranında önemli bir tasarruf yapılacak."1
Söz konusu haberde yer alan veriler doğru ise uygulama ile 2016`da 277.5 milyon Megavat saat (MWh) olarak gerçekleşen elektrik tüketiminde 9 milyon 990 bin 792 MWh tasarruf edilmesi hedeflenmekteydi. Yine kamuoyuna açıklanmayan ve hakkında 18 Ekim 2017 tarihinde Anadolu Ajansı`nın yaptığı haber dışında bilgi olmayan, uygulamanın bir yılının değerlendirildiği yakın tarihli ikinci İTÜ raporunda ise 1 milyon 308 bin 297 Megavat saatlik (MWh) enerji tasarruf sağlandığına ilişkin bilgi yer alıyor.2
"İDDİALI" HEDEFTEN BÜYÜK SAPMA
Öncelikle ifade edilmelidir ki, Danıştay`ın iptal kararına rağmen kanun değişikliği ile uygulamanın devamında ısrar edilmesine gerekçe gösterilen ikinci raporda yer aldığı iddia edilen tasarruf miktarı ile ilk raporda hedeflenen miktar arasında 7.7 kat fark vardır. İkinci raporda ulaşıldığı iddia edilen tasarruf miktarı, Türkiye`nin 2016 elektrik tüketiminin yalnızca yüzde 0.47`sine denk gelmektedir. Benzer şekilde ilk raporda kış ayları için hedeflenen yüzde 8.58`lik tasarrufun, ikinci raporda yüzde 0.9 olarak gerçekleştiği iddia edilmektedir. Herhangi bir mühendislik hesaplamasında bu boyutta bir hata payının olması mümkün değildir. Sadece bu nedenle bile söz konusu raporları hazırlayanların kim olduğu, uzmanlıkları, kullandıkları veri setleriyle birlikte acilen kamuoyuna açıklanmalıdır.
GERÇEKTE: YÜZDE 6.2’LIK ARTIŞ!
Kaldı ki, gerçekler her iki raporda iddia edilenin de tersine bir tasarruf değil maliyet artışı olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve ilgili kurumların resmi raporları, uygulamanın gerçekleştiği 2016 Kasım ve Aralık ayları ile 2017 Ocak-Şubat ve Mart aylarında elektrik tüketiminin önceki yıllara göre çok daha yüksek düzeyde artmış olduğunu ortaya koymaktadır. Resmi verilere göre uygulamanın yapıldığı kış aylarına bakıldığında geçen yıla göre toplamda yüzde 6.2’lik artış gerçekleşmiştir.
Dahası söz konusu dönemde elektrik tüketimini önemli ölçüde etkileyecek kadar sanayi üretiminde bir büyüme söz konusu olmamıştır. TÜİK`in aylık sanayi üretim endeksi bültenlerine bakıldığında; sanayi üretim artışı Kasım 2016`da bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 2.7, Aralık 2016`da yüzde 1.3, Ocak 2017`de yüzde 2.6`da kalmıştır. Şubat 2017`de ise yüzde 0.4 gerilemiş, Mart 2017`de de yalnızca yüzde 2.8 artış görülmüştür. Ayrıca Meteoroloji Genel Müdürlüğü`nün verilerine göre; Kasım 2016`da mevsim normallerinde; Aralık 2016 ve Ocak 2017`de mevsim normallerinin altında; Şubat ve Mart 2017`de ise mevsim normallerinin üzerinde bir sıcaklık yaşandığı görülmektedir. Dolayısıyla elektrik tüketim artışını mevsimsel koşullara ve sanayi üretimine bağlamak, artışı bu parametreleri kullanarak düşürebilmek olanaklı değildir. Göz önünde bulundurulması gereken bir diğer faktör ise, hatırlanacağı üzere Aralık 2016 ve Ocak 2017 aylarında doğalgaz santrallarında elektrik üretim krizi yaşanmıştır. İstanbul başta Marmara Bölgesi`ndeki sanayi bölgeleri dahil olmak üzere elektrik tüketiminin yoğun olduğu büyük bir bölgeye günlerce düzenli elektrik verilememiştir. Dolayısıyla bu aylardaki tüketim artışları, elektrik verilemediği için baskılanmıştır.
Yukarıda ifade edilen gerçekler elektrik tüketiminde bir tasarrufun olmadığını net bir şekilde göstermektedir.
Raporlar gizli tutulmasına rağmen basına yansıyan haberlerden, yaz saatinin kalıcılaştırılmasına ilişkin çalışmanın elektrik fiyatlarının yükseldiği puant saatlerin kaydırılmasına dayandığı anlaşılmaktadır. Puant, elektrik tüketiminin en yüksek olduğu zamanı göstermektedir. Elektrik talebi insanların ve sanayinin ihtiyaçlarına göre ortaya çıkmaktadır. Saat değişikliği ile çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi elektrikli cihazların kullanım sıklığını azaltmak akla yatkın değildir. Bu talebi saat 18:00`den alıp saat 19:00`a kaydırmak elektrik tüketim ihtiyacını değiştirmeyecektir. Puant değişime ilişkin verilere bakıldığında ise örneğin yaz saati uygulamasının olmadığı Ocak 2016 döneminde saat 17:30`da gözlenen ani puant yükselişinin, Ocak 2017`de saat 19:00`a kaydığı gözlenmektedir. Uygulamanın etkisi bununla sınırlıyken, puant saatlerin kaydırılmasından tasarruf edildiğinin ifade edilmesi izaha muhtaçtır. Kaldı ki ikinci rapora atfen yapılan haberlerde ifade edilen puant değişimiyle yeni santral yatırım ihtiyacının azaldığı iddiası da doğru değildir. Bu durumun gerçekleşebilmesi için iki koşulun oluşması zorunludur: Öncelikle kurulu gücünüzün puant değeri karşılamakta zorlanması, diğer yandan da uygulama ile puant değerin düşürülmesi gerekmektedir. Bu iki koşul da söz konusu uygulama ile sağlanmamaktadır. Şöyle ki, örneğin Ocak 2016`da 40 bin 138.7 MW olan en yüksek ani puant değeri, uygulama sonrası 2017`de 41 bin 122.7 MW`a yükselmiştir. Bu yükseliş tüm diğer aylar için de geçerlidir. Buna ek olarak Türkiye`nin kurulu gücünün Temmuz 2017 itibariyle 78 bin 845.29 MW olduğu açıkken ve Türkiye`nin çok açık bir şekilde arz fazlası varken yatırım ihtiyacının azaltıldığı iddiası tamamen dayanaksız kalmaktadır.
2017 tarihli ikinci rapora dair yapılan haberde, 3 zamanlı tarifeden söz edilerek enerji tasarrufundan bahsedilmesi de büyük bir garabet oluşturmaktadır. Tüketim miktarlarında bir tasarruf olmadığı yukarıda ifade edildiği üzere açıktır. Parasal bir tasarruftan söz edilebilmesi için ise her şeyden önce fazladan ortaya çıkan elektrik tüketiminin maliyetinin de dikkate alınması gerekir. Eğer uygulama ile mali olarak böyle olumlu bir etki söz konusu olsaydı, her 3 ayda bir yenilenen tarifelerde tüketiciye yansıtılan birim maliyetlerinin de düşürülmesi gerekirdi. Halbuki 1 Ocak 2016 tarihinde meskenlerdeki tek zamanlı tarifeye yüzde 6.8 zam, 3 zamanlı tarifedeki gündüz saatlerindeki kullanıma yüzde 12.8, puant tarifesine yüzde 9.1 ve sözüm ona teşvik edici fiyat olarak öne sürülen gece tarifesine ise yüzde 19.6 zam yapılmıştır. Benzer durum ticarethaneler için de geçerlidir. Yani puant saatlerdeki tüketimi azaltmak için önerilen 3 zamanlı tarife bile amacından saptırılmıştır.
Son olarak TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu`nda 23 Ekim 2017 (dün) tarihinde verilen önergeyle hukuksuz olduğu belirlenen yaz saati uygulamasının kalıcılaşmasına ilişkin yasa değişikliği yapmak üzere madde eklenmiştir. Komisyonda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Yenilenebilir Enerji Genel Müdürü Oğuz Can`ın "Yıl boyunca yaz saati uygulamasıyla 08.30-17.30 mesai saatleri içerisinde 81 ilde nüfus yoğunluğu da dikkate alındığında kişi başı 64 saat, toplamda 6 bin 161 saat daha fazla aydınlıktan yararlanıldığı, saat 16.00-18.00‘de elektrik tüketiminin azaldığı, sabah 08.00 saatlerinde ise bir miktar arttığı fakat artışın, azalıştan daha az olduğu ve net bir tasarruf sağladığı tespit edilmiştir" sözleri basına yansımıştır.3
SANAYİNİN TÜKETİMİNİ YOK SAYAN KİŞİ BAŞI TÜKETİM HESABIYLA TASARRUF EDİLEBİLECEĞİ DÜŞÜNÜLEMEZ. ZATEN BU GEREKÇE DE ELEKTRİK TÜKETİMİNDE YAŞANAN ARTIŞI AÇIKLAMAKTAN UZAK OLDUĞU GİBİ, SANAYİNİN TÜKETİMİNİ YOK SAYAN, AKIL DIŞI BİR YAKLAŞIMDIR.
Sonuç olarak; resmi veriler ışığında uygulama döneminde tüketimin azalmadığı, puant değerin düşürülmediği, elektrik fiyatlarında bir ucuzlamanın olmadığı net bir şekilde görülmektedir. Kamuoyuna açıklanmayan İTÜ`nün raporları gerekçe gösterilerek, ekonomik durgunluk nedeniyle düşmesi beklenen elektrik tüketiminde manipülatif bir artış sağlanmıştır. Ortaya çıkan fazla tüketim nedeniyle, elektrik üretim şirketleri daha fazla üretip satmışlar, dağıtım şirketleri daha fazla elektrik satmışlar; özetle üreticiler ve dağıtım şirketleri kar etmişler ve ÜLKEMİZ SADECE 5 AYDA, 2.8 MİLYAR TL’LIK BİR ZARARA UĞRATILMIŞTIR.
Bakanlar Kurulu’na kanunla verilmeyen bir yetkinin kullanılarak, uygulamanın hayata geçirildiği Danıştay kararıyla kesinleşmişken, TBMM`de görüşülmekte olan Torba Yasa`ya önergeyle bir madde ekleyerek, uygulamanın sürdürüleceğinden bahsedilmesi, iktidarın takındığı tutumun İTÜ`nün raporlarını aşan boyutları olduğunu göstermektedir.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı`nı ve İTÜ Rektörlüğü`nü, elektrik piyasasını gözeten, yurttaşları ve sanayiciyi yok sayan, yaz saatinin kalıcılaştırılması uygulamasına gerekçe gösterilen raporları, kamuoyuna açıklamaya davet ediyoruz.

ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI YÖNETİM KURULU
Kaynaklar:
1609

10 Ekim 2017 Salı

HALİT EDİP ÖZCAN "BÖYLE BİR YAZI İLK DEFA YAZILIYOR. Kısaca PETROL ve TPAO’NUN BAŞINA GELENLER (1)"

BÖYLE BİR YAZI İLK DEFA YAZILIYOR...
Kısaca PETROL ve TPAO’NUN BAŞINA GELENLER (1)
Halit Edip ÖZCAN
Petrol Kelimesi Nereden Gelmektedir?
Petrol sözcüğü, Yunanca ve Latince'de taş anlamına gelen petro ile yağ anlamına gelen oleum sözcüklerinden oluşmuştur; Petroleum.

Petrol Nasıl Oluşmuştur?
600 milyon ve daha öncesinde yaşayan genellikle tek hücreliler ve deniz kabuklularından oluşan canlıların  herhangi bir şekilde  toprak altına sürüklenmesi  ve orada birikmesiyle oluşmuştur. Toprak altına sürüklenen ve orada biriken bu ölü tek hücreliler ve deniz kabukluları üzerine katman katman  kum, çakıl, kaya vs birikmeleri olmuştur (sedimantasyon). Biriken  bu tek hücreli hayvanlar ve deniz kabukluları   aradan geçen 100-150 milyon içinde zamanla üzerlerine binen basınç ve yerküre ısısı ile çürüyerek- bozularak büyük bir kısmı petrol, bir kısmı ise gaz haline  dönüşmüşlerdir.

Petrol yeraltında  göl-dere-nehir şeklinde mi  bulunur?
Kesinlikle hayır.  Bir sünger parçası düşünün. Bunu suya batırın. Sünger suyu gözeneklerinde tutacaktır. Sünger kaya, su ise petroldür, bunu böyle farzedin.

Komşularımızda petrol var. Ülkemiz petrol ülkeleri ile çevrili. Niye bizde petrol yok? Veya, Türkiye’de petrol var mı yok mu?
Her ne kadar arap ülkelerindeki bol petrol oluşumuna ve kapanlanmasına  neden olan  jeolojik yapılanma ülkemizde olmamasına rağmen ülkemizde  petrol oluşumuna uygun 26 adet havza vardır ( sedimanter havzalar).

Ülkemizde ‘petrol var mı, yok mu’ sorusuna cevap verebilmek için, bütün  bu havzaların çok yoğun bir şekilde didik-didik aranması gerekmektedir.  Bu havzalar enine boyuna, yoğun bir şekilde arandıktan sonra “ burada bu kadar petrol var veya yok” denilebilir.

Petrol arama çalışmaları,  şu ana kadar  Güneydoğu (ancak %20), Adana, Trakya (ancak %17) basenlerinde (havzalarında) yoğunlaşmıştır. Diğer geri kalan basenlerde (ancak %5) açılan çok az sayıdaki kuyu ve yapılan  arama çalışmaları, bu basenlerde “petrol var mı, yok mu?”  sorusuna henüz cevap verecek durumda değildir.

Bir havzada (basen) petrol var mı, yok mu sorusuna, o basende açılacak  yüzlerce kuyudan gelecek olan  sonuçların değerlendirilmeleri sonucuna  göre  cevap  verilebilir.

Ülkemiz yeteri kadar aranmamış mıdır?
Hayır, ülkemiz yeteri kadar aranmamıştır. Aşagıda  verilecek olan mukayeseli bilgi sizlere bu konudaki yeterli bilgiyi vermiş olacaktır.

Romanya’nın yüzölçümü  237.500 km2 dir. Türkiye ondan 3.2 kat daha büyük olup 780.580 km2 dir. Romanya’da  bu güne kadar açılan sayısı 45.000 ( kırkbeşbin)’ni geçmiş 50.000 lere gelmiştir. Türkiye’de  açılan kuyu sayısı ise , 2008 yılı sonu itibariyle,  sadece 3500 (üçbinbeşyüz) dür.    

ABD ‘de ise bir ayda ortalama 1000-1100 adet kuyu açılmaktadır.

Özetle; ülkemizde  yeterli petrolün olup-olmadığı ancak  50 - 60.000 kuyu deldikten sonra söyleyebiliriz.

Yabancılar, geliyorlar  petrolü buluyor ve daha sonra kuyuyu civa ve tapa ile kapatıp gidiyorlar. Bu doğru mu?

Yıllardır halkın ağzında olan bu söylenti, asılsızdır.  Eğer delinen bir kuyuda petrol varlığı görülürse,  petrolün ne kadar olduğu, işletmeye değer bir miktarda olup olmadığını belirlemek için çalışamalar yapılır. Bu çalışmalar sonucunda bir karara ulaşılır.  Bilindiği üzere her ticari şirket  olarak kâr-zarar ekseninde çalışır. Bile bile zarar eden bir şirket olabilir mi?  Petrol aramacılığı da bir ticari oluşumdur. Kim zarar etmek ister ki? Eğer bulunan petrol ticari değilse,astarı yüzünden pahalı ise, o kuyu işletmeye alınmaz.  Ancak; ülkemizin petrol sektöründeki “Amiral Gemisi”  ulusal kuruluş Türkiye Petrolleri A.O  zamanla üretim miktarı düşen kuyuları az zararına da olsa- ben buradan 10 varil bile  petrol üretmezsem, bu 10 varil  petrolü dışarıdan almak zorunda kalacağım. Üstelik yapılan masraflar, dışarıya gideceğine, emek-iş-enerji masrafları olarak ülkem dahilinde kalmış olur- mantığı ile davranarak, üretim kuyularından sonuna kadar faydalanmaya çalışır. Yerli özel ve yabancı petrol  şirketleri için bu geçerli değildir. Bu şirketler, gayet haklı olarak, kuyu ekonomik olmaktan çıktığı an üretimi keserler.

Bunun yanısıra, iş sadece petrolü yerin 2000-3000 metre altında bulmak ile bitmez. Derinlerdeki o petrolün yüzeye çıkarılması, yüzey tesisleri ve petrolü nakletme sorunları gündeme gelir. Yüzey tesisleri, boru hatları ve ilgili diğer tesisleri kurmak için ayrı yatırımların yapılması gerekir, bu da o kadar ucuz değildir.

Terk edilen her kuyu, kanun gereği, ağzı çelik tapa ve çimento ile kapatılır. Sondaj yaptığınız yeri, bağı, bahçeyi, tarlayı  alındığı şekilde bırakmanız gerekmektedir. Aksi halde PİGM VE yasa önünde suçlu duruma düşer,  tarla sahibine çok yüklü bir tazminat öder, çevreci grupların da şimşeklerini üzerinize çekersiniz.

Kuyu çapı yaklaşık 60 cm, derinliği ise ortalama 1800 metre ( 1.8 km) dir. Farz edelim ki kuyunun üstü kapatılmadı. O çukura bir hayvan, bir insan düşse  ne olur? Düşünmesi bile ürkütücü.

Civa ile kapatıyorlar.
60 cm çapında, 1800 metre derinliğindeki bir kuyuyu civa gibi pahalı bir element ile doldurup kapatmak hiç de akıl kârı bir iş değildir.  Civaya verilecek para ile yeni bir kuyu daha açılır. Bu söylentinin de aslı-astarı yoktur.

Benim tarlamda petrol bulunursa...?
Yasalar  gereği toprağın 60 cm altı devlete aittir. Buna bağlı olarak , devlet  o  maden veya petrol ruhsatını kime vermiş ise, toprağın 60 cm den altı o şirkete aittir?  Tarla-arsa sahibinin zararı olmayacak  şekilde, bilirkişinin belirleyeceği bir tazminat tutarı tarla-arsa sahibine ödenir.

Köydeki derede petrol var,  kayanın altından veya topraktan petrol sızıyor. Burada petrol var mı?
Yerin altından, bir şekilde kaçıp gelen ve yüzeye çıkan bu sızıntılar,  o bölgede veya havzada bir petrol uluşumunun varlığı ortaya koyar. Ancak yüzeydeki bu petrolün nerede oluştuğu (ana kaya) ve oluştuğu yerden nasıl ve nereye göç ettiğini (rezervuar kaya) araştırmak gerekir. Bu çalışmayı jeologlar yapar. Bazı yerbiliciler şöyle der; “ Eğer bir yerde bir gram petrol üremiş ise bunun daha fazlası , niçin üremiş olmasın?”

Petrol aramaları pahalı mıdır?
Sondaj öncesi yapılan jeoloji çalışmalarında, bir jeologtan oluşan jeoloji ekibinin 1 aylık maliyeti ülkemizde 15.000 (onbeşbin) ABD dolarıdır. Bir saha jeologu, 1 arama ruhsatı için  saha çalışmasını, yaklaşık 30-40 gün arasında   tamamlayabilir.  Saha çalışmasını tamamlayan jeolog daha sonra ofiste çalışmalarına devam eder.

Jeolog ve jeofizikçilerden oluşan yerbilimciler bilgi ve tecrübelerini projenin  jeolojik ve jeofizik verileri üzerinde yoğunlaştırıp, ortak bir çalışma yaparak, sismik kesitler üzerinde bir çok senaryolar üretirler. Bu senaryoların içinde ihtimallerin en yüksek olduğu noktaya kuyu açılmasını önerirler. Bu öneriyi, yerbilimcilerden oluşan bir konseye en detayına kadar anlatırlar. Sorulan sorulara cevap vererek, tartışarak konseyi önerdikleri kuyunun delinmesini yönünde ikna etmeye çalışırlar

Petrol aramacılığının en önemli unsuru  olan sismik saha çalışmalarında, 2 boyutlu (2D) sismiğin bir kilometresi ülkemizde 6.000 ile 15.000 ABD doları arasındadır.  Özel durumlarda sınırlı bir sahayı daha iyi anlayabilmek ve yerin altını daha iyi görmek  için yapılan 3 boyutlu (3D) sismik çalışmanın 1 kilometresi ise 12.000-18.000 ABD doları arasındadır.

Ülkemizin petrol sektörünü denetleyen Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM) 1  petrol arama ruhsatının  alanını en fazla  50.000 (ellibin) hektar olarak sınırlamıştır. 20 x 25 km boyutlarında olan 50.000 hektarlık bir ruhsatta, ilk önce kaba olarak (rejyonal) en az 100-150 km 2B sismik yapılır.  Daha sonra gelişen teknik istekler nedeniyle bu sismik çalışma hem 2B hem 3B olarak yüzlerce kilometreyi bulabilir.

Petrol aramacılığının en pahalı operasyonu olan sondajın ülkemizdeki maliyeti, teknik bir sorun  çıkmaz, herşey yolunda giderse, 1 metre için  yaklaşık 1.000 ABD dolarıdır. Ancak 3.500 metre sonrası için bu rakam metre başına 1.500-3.000 ABD dolarına kadar çıkabilir. Bir yandan 1.200 metrelik, bir yandan 5.000 metrelik kuyular delinirken, ülkemizdeki ortalama sondaj derinliği 2.000 metre olarak kabul edilebilir.

Kısaca; Türkiye’de  karada 2.000 metrelik bir kuyu delmek isteyenler  en az 2.5 milyon doları ceplerine koymak zorundadırlar.  

Denizlerde yapılan sondaj ise, deniz derinliğine bağlı olarak jack-up ile  10 milyon,  sondaj gemisi ile  30-40  milyon dolara hatta daha da üstüne çıkabilir.

Daha önce aranmamış basenlerde açılan arama ( wildcat) kuyularında, dünya standartlarında kabul edilen başarı oranı onda birdir. Yani 10 arama kuyusundan
9’u kuru çıkar, 1’i petrollü çıkarsa ‘başarılı’ sayılırsınız. Ancak gelişen teknolojinin, özellikle yorum sistemlerindeki son gelişmelerin,  başarı oranını 7’de 1’e düşürdüğü söylenmektedir.

1986-1989 yılları arasında TPAO’nun başarı oranı 10’da 5 ila 7 arasında idi.

Durum böyle iken neden petrolü bulamıyoruz?
Ve Türkiye Petrolleri A.O’nun Başına Gelenler.

Eskiden günümüze, 1944-1950 arası hariç,  TC Hükümetlerinin petrol ve enerji politikası olmadığı, her yıl yapılan petrol kongrelerinde defalarca dile getirilmiştir.  Bütün ülkelerce çok ciddiye alınan dünyanın en stratejik maddesi olan ve uğruna sınırların değiştiği hidrokarbon  varlığı  ( petrol ve doğal gaz) için gerekli olan enerji ve petrol politikasının, ülkemizde günlük olarak uygulandığı,  uzmanlarca belirtilmekte ve kongre gibi teknik toplantılarda sık sık vurgulanmaktadır. 

Geçerli olan Petrol Yasamız, 1954 yılında o zamanın şartlarına uygun olarak hazırlanmış, ufak  revizyonlara  uğrayarak günümüze kadar gelmiştir.

Ülkemizdeki  hidrokarbon aramalarında son yıllarda görülen zayıflığın bir nedeni de, ülkemizdeki  petrol sektörünün gerekli alt yapısını oluşturan, rafineri, boru hatları, petrokimya, gemi taşımacılığı gibi son derece önemli tesisleri, kendi iş gücü, parası, emeği ve projeleri ile hayata geçiren, son derece  stratejik bir kurum olan Türkiye Petrolleri A.O’na (TPAO) 1990 yılından ititbaren, siyasetçilerin yönetim kadrolarına gözle görülür ve hissedilir şekilde müdahale etmeleridir. Bilindiği üzere İpraş, Kırıkkale Rafinerisi, Aliağa Rafinerisi, Petkim, İpragaz ve Botaş, TPAO tarafından kurulmuştur. Bu tesislere bir bakıldığında, TPAO’nun geçmişte ne kadar başarılı işler yaptığı açıkça görülebilir.

Eğer bu ülkede petrol bulunacaksa , bunu en hızlı, en geniş ölçekte ancak TPAO yapabilir. Teknik bilgi, teknik kapasite, arşiv zenginliği, zengin yerbilimci kadrosu, zengin tecrübe,  eksiksiz yorumlama sistemleri, makine - teçhizatı ve geniş olanakları ile milli kuruluş bu sorunun üstesinden gelebilecek düzeydedir.

Ne oldu da böyle oldu?

Halit Edip Özcan’ın Kişisel Yorumu
TPAO’nun organik yapısı, bilinçli olarak, değiştirildi.
Büyük petrol şirketlerinin, özellikle milli petrol şirketlerinin değişmez bir yapıları vardır. Bu ortak yapı şöyledir; petrol aramacılığı pahalı ve riskli bir iş olduğundan,  rafineri, boru hatları, satış istasyonları, petrokimya vb gibi bir çok kâr getiren ve zarar etmesi imkansız olan alt işletmelerden gelen gelirin bir kısmı arama yatırımlarına aktarılır. Günün şartlarına uyan ve kendini yenileyen  rafineri, boru hatları ve satış istasyonları hiç bir zaman zarar etmez. Petrol fiyatları ne kadar yüksek olursa olsun, rafineriye, boru hattına ve pompaya giren petrol, işletme ve taşıma kârı üzerine eklenerek rafineriden, boru hattından, pompadan akar ve tüketiciye ulaşır.  Tüketici de bu mamulü hangi fiyatta olursa olsun almak zorundadır.

Ülkemizde pek tanınmayan ancak dünya çapında dev bir petrol şirketi olan Rusya milli petrol şirketi LUKoil, bu konuda alınacak en iyi örnektir. LUKoil, petrol sektörünün tüm alanlarında faaliyet gösterirken, aynı zamanda gemi taşımacılığı, gemi yapımcılığı, altın işletmeciliği, inşaat işleri vb. gibi işleri de yapar. Böylece, petrol aramacılığına ek mali  kaynak temin eder.

Komünist ve sosyalist olarak bilinen bir ülkenin milli petrol şirketi bu şekilde yönetilirken,  demokratik  bir cumhuriyet olan Türkiye’nin milli petrol şirketi olan TPAO’nun bu günkü durumu ise  LUKoil’e hiç benzememektedir.

TPAO’nun günlük hidrokarbon üretim miktarı TPAO’nun web sayfasından öğrenilebilir. Bu günlük üretimi o günkü petrol fiyatı ile çarpın, elinize geçen rakam, TPAO’nun hergün Hazine’ye kazandırdığı dolar miktarıdır. Buna karşın
bir kamu kuruluşu olduğundan, yıllık bütçesini  ETK Bakanlığına, DPT’ye, Hazine’ye sunar, yatırımlarını açıklar. Meyva-sebze ihracatına, tekstile, haklı olarak, bir sanayi  gibi gören devletin, nedense, dünyanın en önemli maddesi olan milli  petrolü bir sanayi olarak görmemesi ve ona yeteri kadar önem vermemesi konusu, son ulusal petrol kongresinde ( Mayıs 2009)  tebliğlerde yer almıştır.

ETK Bakanlığı’nda, DPT’de, Hazine’de ve TBMM’de petrol kökenli olup, petrolcülüğü anlayacak, petrolcüyü anlayacak  kimse yoktur. Onlar için TPAO bütçesi demek          “ mutlaka tenkisata uğratılması gereken” bir bütçe demektir. TPAO 1980 yılından itibaren hep bunun sıkıntısını çekmiştir. Ancak geçen son  3  yıl içinde  TPAO’nun istediği bütçeye kavuştuğu bilinmektedir. İstenen bütçenin alınması ile TPAO,  yakın bir gelecek içinde bunun meyvalarını ülkeye sunabilecek güçte ve kapasitedir.

3-TPAO’nun kolu-bacağı kesiliyor.
1979 yılında başlayan ve hiç gerekmiyen, gerekmediği bugün bile, gün gibi aşikâr olan TPAO’nun yeniden yapılandırılması (!) çalışmaları, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası askeri yönetim, daha sonra ise günün hükümeti  tarafından tekrar ele alınmıştır. Arthur The Little adlı bir yabancı kuruluşa, akılda kaldığı kadarıyla 3 milyon dolar gibi bir para ödenerek “ Git , şu TPAO’nun yapısını bir incele, gereken çalışmayı yap, nasıl daha feasable(!!!!) olabilir, bize bildir, biz de ona göre hareket edelim.” denilmiş, böylece ‘ kuzu kurda teslim edilmiştir.’ Adı geçen firma “ Gelir getiren rafineri, boru hatları, gemi taşımacılığı, gübre sanayi, petrokimya gibi gibi üniteleri yapıdan ayıralım, onları özelleştirerek, TPAO’yu daha feasable (!!!) hale getirelim.” diye rapor vermiştir.

Böylece kendi bilgi, tecrübe ve projeleri ile bu ülkeye 3 rafineri, 1 petrokimya tesisi kazandıran ve  Genel Müdürlük binasında sadece bir katın yarısını işgal eden  Rafineri Grup Başkanlığı, TPAO’dan sökülerek alınmış ve TÜPRAŞ kurulmuştur.

Böylece  az sayıdaki personelle çok başarılı işler yapmış TPAO Rafineri Grup Başkanlığı birden Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcıları, Yönetim Kurulu , Denetim Kurulu ve Grup Başkanlıkları halinde kadrosu çoğaltılarak feasable(!!!) hale getirilerek TÜPRAŞ adını almıştır.

Yine az sayıdaki kadrosu ile Batman-Dörtyol, Kırıkkale-Dörtyol ve Irak-Yumurtalık Boru Hattı’nı yapan ve Genel Müdürlük binasının yarım katını işgal eden Boru Hatları ve Petrol Taşıma Grup Başkanlığı  da TPAO’dan kopartılarak alınmış ve BOTAŞ adını almıştır. Botaş’ta da Tüpraş’daki gibi yapılanma olmuş Botaş da daha ‘feasable (!!!)’ hale sokulmuştur.

TPAO’yu daha ‘fesable !!!!’ hale getirmek isteyen askeri ve politik kişiler,  acaba şöyle düşünebilirler miydi? “ Bizler bu konunun yabancısıyız. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bunu en iyi  şekilde öğrenmek için, TPAO benzeri, dünyaca tanınmış, Esso, Amoco, Mobil, Shell, Bp gibi  büyük petrol şirketlerinin organizasyon yapılanmasına bir bakalım aradaki farkı görelim  ve  ona göre davranalım.”

Böyle düşünüp bir araştırma yapsalar veya yaptırsalardı, arada bir fark olmadığını, onların da aynı TPAO gibi, gelir getiren rafineri, boru hatları, taşımacılık gibi unsurları aynı yapı içinde tuttuklarını görüyor olacaklardı. Belki de görmüşlerdir, kim bilir?

Böylece  TPAO’nun parçalanarak daha feasable hale konması  konusunda kararlı olanlar “Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmışlar, ancak keşfedememiş-lerdir.”  Bindikleri geminin hazinesini kaybetmiş olarak ülkelerine  geri dönmüş, üstelik Dimyat’a pirinçe giderken, eldeki bulgurdan da olmuşlardır.  TPAO’yu kolsuz, bacaksız ortada bırakarak “ hadi bakalım adım at, yürü, biz de bir görelim” demişlerdir. Bununla kalmamış, bütün bu olup bitene rağmen yürümeye ve adım atmaya başlayan TPAO’ya müdahale ederek, “ istediğin gibi yürüyemezsin, benim istediğim gibi yürüyeceksin” demişlerdir.

Eğer  bu ülkede petrol bulunma umudu varsa, bu umudu büyük ölçekte gerçekleştirebilecek  bir kurumun,   teknik kapasitesi yüksek (bireysel olarak), bilgi ve tecrübesi ile dünya standartlarında olan, ekipman yönünden zengin ve en önemlisi “şirketim, dolayısıyla ülkem için çalışıyorum”  düsturu ile gönülden çalışan insanların var olduğu TPAO’nun olabileceği gerçeğinin  görülmediği, ya da görmezlikten gelindiği üzücüdür.

Bu sonuçtan TPAO’nun ve ülkenin  çok şeyler kaybettiği,  aradan geçen zaman içinde, petrolle ilgili  herkes için,  çok iyi bir şekilde anlaşılmıştır. Bu nedenle günümüz (2009) TPAO yönetimi tekrar eski yapılanmaya dönmek için projeler hazırlamaktadır. Ancak bu o kadar kolay olacak gibi gözükmemektedir. Bugün İpraş gibi bir rafineri kurmak isterseniz  15-18 milyar dolar, bir Petkim için 10-15 milyar dolar harcamanız gerekecektir.

3-TPAO-Politika ve Şirket Kültürü’nün Yok Edilmesi
Eskiden, TAPO’da  yeni bir yönetici atanırken,  ‘ ya bu olur, ya da şu olur’ denirdi. Ve tahminler hep tutardı. Çünkü askeriyede olduğu gibi, TPAO’da da üst ve alt yönetim kadroları, kıdem- tecrübe ve liyakat  esasına göre terfi ederlerdi. Herkes kıdem ve tecrübe esasında haddini gayet iyi bilirdi. Bilinirdi ki, 7 yıl geçmeden baş memur, 12 yıl geçmeden şef, 5 yıl geçmeden kıdemli yerbilimci, 15 yıl geçmeden proje yerbilimcisi olunmaz (Günümüzde ise siyasi destek ve istek ile bir gecede herşey olunabilir. Bir gün önce, işleri ciddi yapmadığı için azarlanan, bir gün sonra  amir olabilir ve bir gün önceki yediği azarın intikamını rahat bir şekilde alabilir.)

“Siyasetin girmediği devlet kurumu yoktur.” derler. Bu anlamda siyaset TPAO’ya girmiş ise de  bu zor  farkedilirdi. Öylesine hayret verici, ‘vay vay bak şu, şu olmuş, olacak şey değil’ diyecek değişikler görülmezdi. ta ki 1990 yılına kadar.

Siyasetin TPAO yönetimine ve poltikasına  tam anlamıyla karışması ile bütün bu liyakata ve tecrübeye dayanan kültürel düzen alt üst oldu. Bir gün önce üstünden emir alan kişiler, ertesi gün aradaki yaş, kıdem ve tecrübe açısından kendisinden çok ötede olan amirlerine emir verir ve projeleri yönetir oldu. Kişilikleri tam yerleşmemiş yerbilimcilerin ve teknik adamların bir kısmı işi-gücü bırakarak, makam uğruna siyasetçi peşinde koşar oldular ve bu konuda  başarılı da oldular.

Yıllarını şirkete vermiş sevilen ve sayılan yönetici bir duayen ağabeyimiz verdiği  emeklilik kararını “ Şirkette kasaplar terziliğe, oto tamircileri kuaförlüğe soyundu. Üç günlük bir adam, ablası bilmem kimin sekreteri diye bir gecede genel müdür muavini oldu. İlk yaptığı iş , sürekli işe geç geldiği için kendisinden savunma isteyen grup başkanı ile uğraşmak ve onu emekli etmek oldu. Mesleği  yerbilimci olan arkadaşlar, makam-mevki uğruna büyük kulisler yaparak, meslek değiştirdiler. Hiç anlamadıkları işlerin başına  planlamacı, makineci ve  ikmalci olarak geçtiler. Bundan böyle şirket zor adam olur. Siyaset, işte şimdi şirkete tam olarak girdi. Artık daha fazla rezil olmadan, çoluk-çocuğun eline kalmadan, onurumuz zedelenmeden  huzur içinde emekli olmak istiyorum.” şeklinde  açıklamıştı.

Bu onur kırıcı ve  ters duruma dayanamayan  bir çok yerbilimci ve petrolcü şirketten ayrılıp, dünyaca tanınmış şirketlerde iş bularak dünyaya dağıldılar.  Yurtdışında iş arayan  yerbilimci ve petrolcüler için ‘TPAO’dan geliyorum’ referansı  kabul görür. Şu an Türkiye  enerji sektöründe faaliyet gösteren  özel şirketlerin bir ve iki numaralı yöneticilerinin hemen hemen tümü TPAO kökenlidir. “ Siyasetci eğer gücü yetiyorsa özel sektöre bir kişi soksun bakalım.” deyişini anımsayarak, Türk enerji sektöründe söz sahibi olan TPAO kökenlilerin bir benzerlerinin yetişmesinin uzun yıllar alacağının da burada belirtilmesi gerekmektedir. Bu kişiler, halen  bütün gönülleri ile TPAO’nun kurumsal kimliğine aşıktırlar. Zaten TPAO kurumsal kimliği onlara onur ve şeref vermektedir.

Sektörde ‘amiral gemisi’ olan TPAO, bir okul gibi(ydi)dir.Yerbilimcilerinin sayısı 300’ e yakındır. Değiştirilen şirket kültürü, atamalardaki yandaşlık,  eğitim ve sosyal etkiler nedeniyle şirketi kuran büyüklerin sağlam bir şekilde tesis ettiği ‘şirket kültürü’, yok olmaya doğru gitmektedir. Yerbilimciler  arasındaki ilişkiler eskisi gibi değildir.
“ Herşeyi ben daha iyi bilirim” zihniyetine sahip, özellikle burslu olarak yurdışında okuyarak geri gelen yeni yerbilimci nesilin tutumları da bir sorun olarak gözükmektedir. Büyük-küçük, kıdemli-kıdemsiz, tembel-çalışkan, ceza-takdir  değerlendirmesinin ortada olmadığı gözlemlenmektedir. Çalışan ve çalışmayan aynı ücreti almaktadır.

Aramacılıkta ‘burada kuyu açılacak kararını’ veren olgunlaşmış, tecrübeli, danışman mertebesindeki bir çok yerbilimci , yukarıda anlatılan nedenlerle, küstürülmüş, hepsi kendi köşelerine çekilmiş, emekliliklerini beklemektedirler.

İşgücü ve teknik bilgi birikim kaybını varın siz düşünün.

(Kısaca) Genel Müdürler ve TPAO
Yakın zaman içinde atanan ve öncesi yaşamında  petrolcülükle uzaktan yakından hiç bir alakası olmayan, ancak  iyi niyetli olan bir genel müdür, kimin etkisinde kaldı bilinmez(!), bizleri hayrete düşüren şu açıklamayı yapmıştı. “ 40 yaşını aşkınlarla  bizim işimiz yok, ben onlarla çalışmam. Gençlere yol vereceğim.”  Bugün dünya piyasasında, genç petrolcü ve yerbilimciler çok zor iş bulurken, kıdemli ve tecrübeli olanları hemen iş bulabilmektedir. Sanırım, bugün o da hatasını anlamıştır, ama ne çare; TPAO daki olgunlaşmış teknik zirve, büyük erozyona uğrayarak, tepeden aşagıya, yamaçlara doğru kaymış, telafisi zor bir  yıkıma uğramıştır.

Siyaseten dışarıdan atanan ancak diploması yerbilimci olan bir eski genel müdür ise;
Arama Grubu  günlük kuyu toplantısına katılmış, orada bulanan herkesi güldüren ve aynı zamanda da hayrete düşüren şu cümleyi kullanmıştı; “ Madem kuyuda 1800 metrede yapılan testlerde su geldi, bunu hemen DSİ’ye bildirelim.” Gelen su ise formasyondan gelen fosil suyu idi ve yapılan bu büyük gafı en acemi petrolcü ve yerbilimci  bile yapmaz idi.  Toplantı bitiminde koridorda karşılaştığım bir yerbilimci arkadaşım, “ Ne günlere kaldık. Konudan haberi yok. Gel de şimdi bu adamın altında çalış. Adam benim ondabirim kadar petrolcü değil.” demişti.

 “Yıllardır, kol kırılmış yen içinde kalmış.Herkes birbirini korumuş kollamış.  Ama bundan sonra herkes TPAO’da neler olup bittiğini görecek ve öğrenecek” diyecek kadar TPAO’ya yıllardır  haset ve kıskançlıkla bakan aynı genel müdür, koridordan geçerken kapısı açık olan bir odanın içinde masasında oturan bir çalışan görür, geri döner ve hiddetle  şöyle der:   “ Sen benim kim olduğumu bilmiyor musun? Ben genel müdürüm. Niye beni görünce ayağa kalkmadın?”

Yukarıda anlatılanlar,  sizlere  komik, basit  ve anlamsız gelebilir.  Yazının genel temasını bozacak bu basitliğin burada ne yeri var diyebilirsiniz. Bu ve benzeri çokça yaşanan bu anekdotlar, TPAO’nun yıllardır, ne tür karakterler tarafından yönetildiğini,  daha iyi anlamanıza neden olabilir.

Bakanlık ve TPAO
ETK Bakanlığı’na 15 adet genel müdürlük ve kuruluş bağlıdır. Sayın Bakan bu kadar kuruluşa ne kadar zaman ayırabilir, TPAO’yu ne kadar anlıyabilir, nasıl  vakit bulur da
TPAO’nun son dere acil, önemli ve stratejik sorunlarına ne kadar zaman ayırabilir?

TPAO, “ altın çağını” günlük 80.000 üretim rekoru ile devlet bakanlığına bağlı iken yaşamıştı. Devlet bakanı TPAO’yu sıkı sıkı takip eder, personel hareketlerine hiç karışmaz,  TPAO’nun iç dinamiklerini rahat bırakır ve onlara güvenirdi.

Bugün, Araştırma Merkezi Daire Başkanı,  300 yerbilimci kadrosuyla şirketin can damarı  olan Arama Daire Başkanlığına 1.5 yıldır vekalet etmektedir. Böylece iki daire başkanlığını aynı anda yürütmektedir. Diğer yandan Üretim Daire Başkanlığı gibi önemli bir ünite 1 yılı aşkın vekaleten, Batman Bölge Müdürlüğü ve Alternatif Enerjiler Daire Başkanlığı 1.5 yıldır tedviren, Strateji Daire Başkanlığı ise 1 yılı aşkın süredir tedviren yönetilmeye çalışılmaktadır. Hiyerarşik düzeni  daha da bozacak, onur kırabilecek bu bekletme, camiada merak  sebebidir.

Kim, kime güvenmiyor? Niye güvenmiyor? Güvenmiyor ise niye hala insanlar o makamlarda yarı yetkili görünüyor? Bu makamlara TPAO dışından insanlar mı
atanacak, onun için mi bekleniyor?

Diğer yandan görevini ve makamını kişişel amaçları için kötüye kullandığı resmi belgelerle kanıtlanmış bir daire başkanının, belgeli  skandallara imza atmış bir diğer daire başkanının ve pejmürde kıyafeti, zayıf bilgisi ve uluslararası bir yemekte kaşık kullanmadan çorba kasesini ağzına götürüp, hüüp diye çorba içerek  TPAO’yu  iyi temsil etiğine inanan(!) kişinin genel müdür muavinliği ise  bir gecede çıkmıştır.

“ Ben bakan değil miyim? Sen bana bağlı değil misin? Sana emrediyorum. Orada bir kuyu açacaksınız. Madem her açtığınız kuyudan petrol çıkmıyor. Bir de benim hatırıma bir boş kuyu açsanız ne olur? Yörenin siyasetçileri beni yedi bitirdi, bir kuyu açın diye.”  Bu sözler, MTA’nın kömür sondajı yaptığı sırada 1300 metrede bir petrol kolonu kesmesi ve bunun basında yer alması üzerine, ETK Bakanının TPAO Arama Grup Başkanına söylediği sözlerdir. Arama Grup Başkanı  “ Efendim, petrol aramacılığında bir günde petrol kuyusu açalım kararı verilemez. Ben talimatınızı anladım. Hemen oraya jeolog arkadaşlarımı  saha çalışmaları için göndereceğim. Akabinde en kısa süre içinde sismik çalışma proğramı  yapıp,  sismik değerlendirmeyi yaptıktan sonra  burada en kısa zamanda bir kuyu açacağız.” demesi üzerine yukarıdaki sözleri sarfetmiştir.  Ancak bakan ikna olmamış, aldığı cevaptan rahatsız olmuştur. Sayın bakan şunu bilmeliydi ki, bu fakir ülkede ( zengin de olsa farketmez) “Hatıra binaen 2 milyon dolar harcanarak boş kuyu açılmaz”

Grup başkanının görevinden alınmasının bir nedeni de budur. Eğer grup başkanı “Tamam efendim, emriniz olur.” deyip en az 2 milyon dolarlık bir harcamayı yapıp kuru-muru bir kuyu açsa idi, ondan iyisi olmayacak  ve şu anda görevine devam ediyor olacaktı.

Burada iki önemli nokta göz önünde bulundurulmalıdır; 1- Yerel siyasetçinin petrol gibi bilmediği bir konuda gereksiz ısrarı ve bakanın da  “uzmanın işini uzmana bırakalım” dememesi, 2- Hesabı-kitabı yapılmadan Bakan’ın 2 milyon dolar gibi bir parayı ağzından  çıkan tek kelimeyle harcattırıyor olması ve son derece teknik ve önemli bir şirketin, basit bir kasaba politikacısına ezdirilmesi. Bu kadar basit mi?

Petrol Aramacılığında Show
‘Petrolcülükte önce sessizlik, bilgi saklama sonra   keşif, en sonra bunun reklamı gelir.’ derler.Halbuki, kiralanan sondaj gemisi Çanakkale Boğazı’dan geçerken ayrı, İstanbul Boğazı’ndan geçerken ayrı,  vardığı yerde ise ayrı törenlerle karşılanıyor, demeçler veriliyor, TV’lere çıkılıyor, gazetelerde manşetlerde olunuyor

Bakan ve ilgililer  TV’lere çıkıyorlar “ Karadeniz’de  bilmem şu kadar milyar varil petrol potansiyeli var.” diyorlar. Halk  haberdeki  “potansiyel”  i atlayarak veya anlamını bilmediğinden “var” olarak algılıyor ve ‘petrol içinde yüzeceğiz’ umuduna kapılıyor. Sonra biri çıkıp ta “ Sayın bakanım, bir süre önce şöyle şöyle umut dağıtmıştınız. Sonuç ne oldu?” diye sormuyor, sorsa da bakan gayet politik bir konuşma yapıyor ama bir şey anlatmıyor.

Bu ülkenin petrol varlığını ulusal kuruluş TPAO ispat edecektir.

Başarıyı hepimiz istemiyor muyuz?
Politikacı TPAO’yu niye rahat bırakmıyor? Niye herşeyine müdahale ediyor, yöneticilerini  ürkek yapıyor, liyakat, kıdem ve tecrübe esasına bakmazsızın  yönetim ve alt  kadro atamalarını yapıyor?

Türkiye’nin  güzide ve en stratejik öneme haiz kuruluşu olan TPAO kendisine verilen son derece teknik  ve zor görevlerin üstesinden rahatlıkla gelecektir. Yeter ki onu rahat bıraksınlar, kendi yağında kavrulsun.

“ Siyaset petrolü değil, petrol siyaseti belirler.”


Halit Edip Özcan // Ankara, 12.06.2009